16 Ağustos 2018 Perşembe

Terk Edilmiş Evler

Terk edilmiş evler vardır her şehirde,  her kasabada, hatta köylerde.
Yapayalnız, ürkütücü, bir o kadar da hüzün verici  görüntüleri olan  harap evler…
Kirli,  kırık dökük camları, kapıları, pencereleri, aşınmış sıvaları, eğer varsa acınası bahçeleri ile sızım sızım sızlayan bir halleri vardır.
Tıpkı yarı aç yarı tok sokaklarda ömür tüketen, kimsesiz,  hasta, yarı deli, muhtemelen alkolik ya da şizofren evsiz insanlar kadar hüzün vericidir o evlerin hali de..  Pek de farklı değillerdir hani; evsiz insanlarla  insansız evler…. Kaderleri  aynıdır,  sahip çıkanları yoktur.  Pek çok güzelliği, yaşanmışlığı, anıyı taşıyor olmaları  hiç bir şey ifade etmez şimdiki durumda.  İşleri bitmiş, devirleri tamamlanmıştır. Enkaz olarak gözler önünde olmaları da sadece yürekleri  sızlatır ama hemen hiç birinin kurtuluşu, eski güzel günlerine dönüşü olası değildir.
 Onlardan birini gördüğüm zaman  çok hüzünlenir, ”kim bilir kimler yaşadı  bu evde?” diye düşünürüm. Film kareleri canlanır gözümde.  Özellikle Kaleiçi’nde özgün mimarileri ile dikkatimi çeken eski harap konakları görünce .  Şu kapıdan kim bilir kimler  girdi  bir zamanlar? Şu pencereden hangi kadın, akşam eve dönecek olan eşini görmek için baktı?  Yaz akşamlarında, taş duvarların arkasındaki portakal ağaçlı, yaseminli bahçede kurulan sofrada kimler akşam yemeği yediler ve taş plaktan yayılan  hangi şarkıları dinlediler? Kim  bilir, ne sevinçler ve ne acılar yaşandı?  Ne aşklar, ne terk edilişler, ne kavuşmalar geldi geçti..
Henüz  ben doğmadan çok önce yaşanmış pek çok mizansen canlanır gözümde.
Dantel perdeleri yıkayıp kolalamaktan, merdivenleri Arap sabunu ile ovmaktan yorgun düşmüş  hanım, muhtemelen  beyi  eve gelmeden  giyinip süslenip ondüleli saçlarına hafif  limon suyu ile şekil verip allığını  sürmüştür.
İşte şu yüksek merdivenli, sırtını eski kale duvarına dayamış konakta, bahçesindeki turunç ağaçlarından toplanan turunçlardan kaynatılan reçelin kokusu nasıl da  sokağı sarmıştır..  Diğer  bir evde  taze asma yaprakları toplanıp çoktan,  minicik serçe parmağı inceliğinde  sarmalar olarak ocağa konulmuştur. Başka bir evde, evin biricik kızına  görücü  gelecek hanımlar için  hazırlık vardır.  Hazırlanan  kurabiyeler,  köşedeki  fırına  gönderilmek üzere, üzerleri güzelce örtülmüş, vişne şurupları, kalıp halinde alınıp talaşta saklanan ve  kırılıp bakır bir kovaya doldurulan buzda soğutulmuştur..
Fransızca öğretmeni Dilber Teyze  piyanosunu  tıngırdatmaktadır, hurma ağaçlarına grup halinde konan kumruların eşliğinde…
Çocuklar mutludur, televizyon , internet kafeler, alışveriş merkezleri olmasa da.  Rahatça oynayabildikleri  bahçeleri, boş arsalar, tırmanabilecekleri ağaçları vardır.
Sokak kedileri bile  mutludur o yıllarda.  Bahçelerin kuytu ve gölge köşelerinde karınları doyuyor, yorulana kadar oynayıp uyuyorlardır muhtemelen. Yollarda ezilme tehlikesi olmadan, yaşayıp gidiyorlardır.
Görüyorsunuz ;  beni nerelere alıp götürdü bu eski evler ve emin olun bu anlattıklarım birebir yaşanmıştır. Anneannemin anıları,  annemin ve teyzemin de aktarımları ile  capcanlı geliyor gözümün önüne..  Neredeyse bir roman yazdıracak  kadar  hissediyorum yaşanmışlıkları.
Ve şimdi  yılların  yorgunu konak, çoktan  rahmetli olmuş  eski sahiplerinin çocuklarının  küçüklük  halini bilse de yetişkinliklerini bilmiyordur.  Hele onların çocuklarını  hiç tanımamıştır..
 

Bu eski  konak yavrusu evlerden biri de rahmetli dedemin ailesine aitmiş.  Kaleiçi’nde , Kırkmerdivenler’in  altında harap durumda yok olmakta  şu an.. Bir çok varisi olan ancak yasalar gereği restore edilmesi için  akıl almaz bir  servet harcanması gereken  bu evin durumu, ailedeki pek çok hukukçunun  bile içinden çıkamadığı,  kimin ne yapacağı bilinmeyen bir muamma.  Gördüğüm zaman  göz yaşlarımı tutamıyorum…