Terk edilmiş evler vardır her şehirde, her kasabada, hatta köylerde.
Yapayalnız, ürkütücü, bir o kadar da hüzün verici görüntüleri olan harap evler…
Kirli, kırık dökük camları, kapıları, pencereleri, aşınmış sıvaları, eğer varsa acınası bahçeleri ile sızım sızım sızlayan bir halleri vardır.
Tıpkı yarı aç yarı tok sokaklarda ömür tüketen, kimsesiz, hasta, yarı deli, muhtemelen alkolik ya da şizofren evsiz insanlar kadar hüzün vericidir o evlerin hali de.. Pek de farklı değillerdir hani; evsiz insanlarla insansız evler…. Kaderleri aynıdır, sahip çıkanları yoktur. Pek çok güzelliği, yaşanmışlığı, anıyı taşıyor olmaları hiç bir şey ifade etmez şimdiki durumda. İşleri bitmiş, devirleri tamamlanmıştır. Enkaz olarak gözler önünde olmaları da sadece yürekleri sızlatır ama hemen hiç birinin kurtuluşu, eski güzel günlerine dönüşü olası değildir.
Onlardan birini gördüğüm zaman çok hüzünlenir, ”kim bilir kimler yaşadı bu evde?” diye düşünürüm. Film kareleri canlanır gözümde. Özellikle Kaleiçi’nde özgün mimarileri ile dikkatimi çeken eski harap konakları görünce . Şu kapıdan kim bilir kimler girdi bir zamanlar? Şu pencereden hangi kadın, akşam eve dönecek olan eşini görmek için baktı? Yaz akşamlarında, taş duvarların arkasındaki portakal ağaçlı, yaseminli bahçede kurulan sofrada kimler akşam yemeği yediler ve taş plaktan yayılan hangi şarkıları dinlediler? Kim bilir, ne sevinçler ve ne acılar yaşandı? Ne aşklar, ne terk edilişler, ne kavuşmalar geldi geçti..
Henüz ben doğmadan çok önce yaşanmış pek çok mizansen canlanır gözümde.
Dantel perdeleri yıkayıp kolalamaktan, merdivenleri Arap sabunu ile ovmaktan yorgun düşmüş hanım, muhtemelen beyi eve gelmeden giyinip süslenip ondüleli saçlarına hafif limon suyu ile şekil verip allığını sürmüştür.
İşte şu yüksek merdivenli, sırtını eski kale duvarına dayamış konakta, bahçesindeki turunç ağaçlarından toplanan turunçlardan kaynatılan reçelin kokusu nasıl da sokağı sarmıştır.. Diğer bir evde taze asma yaprakları toplanıp çoktan, minicik serçe parmağı inceliğinde sarmalar olarak ocağa konulmuştur. Başka bir evde, evin biricik kızına görücü gelecek hanımlar için hazırlık vardır. Hazırlanan kurabiyeler, köşedeki fırına gönderilmek üzere, üzerleri güzelce örtülmüş, vişne şurupları, kalıp halinde alınıp talaşta saklanan ve kırılıp bakır bir kovaya doldurulan buzda soğutulmuştur..
Fransızca öğretmeni Dilber Teyze piyanosunu tıngırdatmaktadır, hurma ağaçlarına grup halinde konan kumruların eşliğinde…
Çocuklar mutludur, televizyon , internet kafeler, alışveriş merkezleri olmasa da. Rahatça oynayabildikleri bahçeleri, boş arsalar, tırmanabilecekleri ağaçları vardır.
Sokak kedileri bile mutludur o yıllarda. Bahçelerin kuytu ve gölge köşelerinde karınları doyuyor, yorulana kadar oynayıp uyuyorlardır muhtemelen. Yollarda ezilme tehlikesi olmadan, yaşayıp gidiyorlardır.
Görüyorsunuz ; beni nerelere alıp götürdü bu eski evler ve emin olun bu anlattıklarım birebir yaşanmıştır. Anneannemin anıları, annemin ve teyzemin de aktarımları ile capcanlı geliyor gözümün önüne.. Neredeyse bir roman yazdıracak kadar hissediyorum yaşanmışlıkları.
Ve şimdi yılların yorgunu konak, çoktan rahmetli olmuş eski sahiplerinin çocuklarının küçüklük halini bilse de yetişkinliklerini bilmiyordur. Hele onların çocuklarını hiç tanımamıştır..
Bu eski konak yavrusu evlerden biri de rahmetli dedemin ailesine aitmiş. Kaleiçi’nde , Kırkmerdivenler’in altında harap durumda yok olmakta şu an.. Bir çok varisi olan ancak yasalar gereği restore edilmesi için akıl almaz bir servet harcanması gereken bu evin durumu, ailedeki pek çok hukukçunun bile içinden çıkamadığı, kimin ne yapacağı bilinmeyen bir muamma. Gördüğüm zaman göz yaşlarımı tutamıyorum…